Günlük yaşamdan uzak ve seviye üstü verilen çocukların çocuk olma hakkını çalan ödevler
Özel ya da devlet fark etmiyor. Okula giden bir çocuğun yaşamını en çok etkileyen, dolayısıyla aileleri ve eğitimcilerin en çok konuştuğu konulardan biri her zaman ödevler oluyor. Ödevler çok sıkıcı, çoğunlukla fotokopi kağıtlarda sıra sıra egzersizler şeklinde veriliyor. Ödevler çoğu zaman çocuğun ihtiyaçlarını değerlendirmeden amaçsızca veriliyor.
Örneğin her sayfada 20 işlemin yer aldığı 8 sayfalık bir fotokopi haftasonu matematik ödeviniz olabiliyor. Elbette bitmiyor. Bu durumda da gece saat 10’a kadar ödev yapan çocukların evdeki geçen zamanlarına müdahale edilmiş; dinlenme ve oyun oynama hakları elinde alınmış oluyor.
Aileler çoğu zaman, çocukların konuyu yeterince iyi anlamamış olduğunu, ödev yaparak evde öğrendiğini; okulların aile ve öğrenciye böyle bir sorumluluk yüklediğini iddia ediyor. Seviye üstü verilen, anne, baba ya da çevredekilerin yardımıyla bile çözülemeyen ödevlerin sayısı da az değil.
Özetle, ödevler ne kolay, ne eğlenceli ne de gündelik yaşamlarına uygun. Bu yüzden de her zaman çocukların, ailelerin ve eğitimcilerin en yoğun gündemi.
Ödev verirken amacının ne olduğunu daha iyi düşünmemiz gerekiyor. Ben 1. ve 2. Sınıflara ders veriyorum ve ödev olarak “çamaşır toplama” ya da öğrendiği harflere benzeyen nesnelerin fotoğrafını çekmek gibi günlük yaşamlarına uygun ve ilgilerini çekecek ödevler vermeye çalışıyorum.
Fotoğraf: Bilgin Gavaz
Çocuklardan Seviye üstü davranış beklentisi ve sınavlar
Çocuklar hareketli ve oyuncu insanlar. Bizse onlardan birinci sınıftan ikincisi sınıfa, oradan da üçüncü sınıfa giderken birden bire “olgunlaşmalarını”; susup oturmalarını bekliyoruz. Diyoruz ki ”sen artık büyüdün” , “artık oyun oynama”
Bundan birkaç ay önce bir devlet okulunda ikinci sınıf öğrencisine verilen fakat babasını bile çözemediği bir problemi dijital medyada paylaşmıştım. Hatta bunun üzerine Edirne MEB şube müdür yardımcısı beni aramıştı. MEB’in yıllara göre kazanım beklentilerine baktığımızda, kazanımların yaşlara göre uygun olduğunu görüyoruz. Oysa verilen ödevler seviye üstü.

Eğitimci olarak MEB kazanımlarının öngördüğü seviyeye göre hareket ettiğinizde de bu sefer aileler endişelenmeye başlıyor. Falanca okul bu konuyu görmüş, şu konuyu bitirmiş diye paniğe kapılarak okula ya da öğretmene baskı yapıyor. Ya da konuyu çocuğuna evde kendisi ya da ders aldırarak öğretmeye çalışıyor. Çocuğun çocukluğu elinden alınıyor.
Neden? Çünkü çocukların “başarılı” olması gereken bir sınav var; tüm çocukların, ailelerin ve eğitimcilerin kendilerini “o sınavın seviyesine” göre ayarlamaları gibi bir şartlanma oluşuyor.
O zaman sınavlar neden bu kadar zor? Neden bu soruyu kendimize sormuyoruz?
Öğretmenler çocukları neyehazırlıyor? Yaşama mı, sınava mı?
Aceleci öğretmen ve veliler
Ders saatleri boyunca çocuklar ve öğretmenler arasında yaşanan en büyük problemin adı: “HAYDİ” Haydi ders başladı, haydi sınıfa gelin, haydi yemek yiyin… Çocuklar ve öğretmenler arasında çatışma hep buradan çıkıyor. Çocukların zaman algısı büyüklere göre çok daha yavaş. Onlar biz her şeyi biz yetişkinlerin kafasındaki zaman akışına göre yapmayabilir.
Bir günün sonunda herhangi bir eğitimci günde belki yüz defa “haydi” sözcüğünü kullanmış oluyor. Sanki eğitimden anladığımız çocukların bir yere yetişmesini sağlamak.
Çocuk eve gittiğinde ona bu sefer da ailesi ona “haydi” demeye başlıyor. Yemek yenilecek, ödev yapılacak. Çarpma ne zaman öğrenilecek? Bu problem ne zaman çözülecek?
Aile okulun eğitimde yavaş olduğunu düşünürse bu sefer insiyatifi ele alıyor. Çocuğa ders çalıştırmaya çabalıyor.
Bu durum çocukla aile arasında gerilime sebep oluyor. Okul sonrası birlikte geçirecekleri kıymetli zamanların kalitesini bozuyor.